10 Ocak 2010 Pazar

Babam, en iyi arkadaşım




Bu yazıyı okuyanlardan önce ana babalara, sonra da evlatlara bir sözüm var. Ana baba iseniz eğer ve çocuklarınız bunu söyleyebiliyorsa ne mutlu size. Çünkü severek yetiştirdiğiniz, sakınarak büyüttüğünüz, uykusuz gecelerde ona bir şey olur diye aklınızın çıktığı evlatlarınızın büyümesinden sonra olası kuşak çatışmalarını aşacak mutluluk reçetesini bulmuşsunuz demektir. Bu reçete aynı zamanda sizi çocuklarınızla birlikte genç dinamik bir aile reisi yapmıştır çoktan.

Eğer bir evlat iseniz ve Ana babanız hakkında böyle diyebiliyorsanız siz de şanslı, bahtiyar gençlerden birisiniz demek ki. Yaşınız kaç olursa olsun ana babanızla olan iletişiminizin güzel olduğunun da işaretidir bu.

Her anne baba neslinin devamı olarak çocuklarını görür. Hayatta başarılarının devamı, başarısızlıklarını da aşmak, kendi hatalarının rövanşını almak için çocuklarına tutunur. Öyle sıkı tutunur ki bazen, onun ayrı bir birey, ayrı düşünebilecek ve ayrı şeylerden hoşlanabilecek bir canlı olduğunu unutuverir. Onun kendi isteği doğrultusunda hareket etmesini, istediği okullara gitmesini, istediği işi yapmasını bekler. Onun kaderini kendi çizmek ister adeta.

Hiçbir ana baba bunu yaparken de evladından bir şey sakınıyor değildir. Onu sevmiyor değildir. Kendi sigara içen bir çok babanın çocuklarına sigara içirmediğini bilirsiniz. Her aile ben yandım sen yanma misali hayatta çocuklarının başına gelebilecek tehlikelerden onları uzak tutmak isterken ölçüyü kaçırır ve çocuklar isyan eder.

İsyan eden çocuk gerek gençliğin verdiği isyancı ruh, gerek o yaşlarda kendini beğenme ile beğenmeme arasındaki gel gitler yüzünden ailesi ile sorunlar yaşar. Bu sorunlar en çok ergenlik döneminde görülür. Ergenlik dönemi çocukların hayatında en büyük sıçrama tahtalarından biridir. İyi ve kötü alışkanlıklara o dönemde sahip olur. O dönemde özentilerini gerçekleştirmeye çalışır. Arkadaşlarından beğendiklerini taklit eder, onlardan daha iyi veya daha kötü birisi olmak için çaba sarf eder. Erkek çocukları ailesi ve özellikle babası ile çatışırken, kız çocukları evde annesi ile sorunlar yaşar.

Aileler hayatın bu aşamasında çocukları ile diyalog kuramaz, onların içe kapanık veya saldırgan olmalarına daha sert tepkiler verirlerse çocuklar sorunlu birer fert olarak yetişir. Okulda da problemler başlar. Öğretmenleri ile çatışır. Son dönemde büyük şehirlerde görülen okul çetelerine karışması, sigaraya başlaması ve daha zararlı alışkanlıklar edinmesi bu dönemde zirveye ulaşır.

Benim tüm velilere tavsiyem çocukları ile arkadaş olmayı, dost olmayı becerebilmeleri, onları bu dönemlerinde yalnız bırakmamalarıdır. Gerekirse aileler bu konuda eğitilmelidir. Çocukların küçük hataları, kendi istediğini yapma çabaları, isyanları hoş görülmeye çalışılmalı ama olabildiğince onlarla konuşulmalı, nasihat verirken bir öğretmen edası ile değil, kendi yaşadığınız gençlik dönemlerini aklınıza getirerek bir arkadaş gibi onlara yaklaşmalısınız.

Bu dönemde çocuklarınızla beğenileriniz çelişecek hazır olun. Dinlediği müzikler, ilgilendiği insanlar, siyasal görüşleri, hayata bakışları sizden farklılaşacak bunu kabul edin. En iyi metot örneklemektir. Çocuğunuzun yapmasını istediklerinizi yaparak, yapmasını istemediklerinizi de yapmayarak işe başlayın.

Öfkenizi kontrol edin, onlara kolayca kızmayın, sahipsiz bırakmayın, ezmeyin, hayatın sıkıntılarını bahane gösterip üzmeyin. Çocuklarınızın kahve köşelerinde sigara dumanı altında okulu asarak serserice davranışlar sergilemelerini istemiyorsanız sizde duman altı kahve köşelerinden, kumar masalarından uzak durun. Sigara, içkiden zararlı alışkanlıklardan uzak durun.

Evi asıp ömrünüz çoğunu işte, işten artan zamanınızı da kahve köşelerinde tüketmeyin. Çok baskı altında kalmış çocuklar pısırık, aileleri tarafından ilgilenilmeyen çocuklar potansiyel bir serseri olur. Bu dengeyi korumaya çalışın.

Ölüp toprağın altına girmeden çocuklarını yetim ve öksüz gibi sahipsiz bırakmayın. Ve yaşları kaç olursa olsun onları ne kadar sevdiğinizi uygun bir dil ile gösterin. Sözüm daha çok babalara gibi oldu ama annelerde bu yazıdan istedikleri payı çıkarabilirler. Nasıl toplumumuzda erkeklerin bitiremediği bir sigara, kahve köşesi problemi varsa, kadınlarımızın da bitiremediği gelin-kaynana problemi var. Bu problemin temelinde de aile içinde kızların anneleri ile didişerek geçirdikleri bir ergenliğin de katkısı var diye düşünüyorum ben. Ya siz?


8 Ocak 2010 Cuma

Ko'madan konuşabilmeli insanlar



Otobüste gidiyorum, arkalardan 3-5 öğrenci veya orta yaşlı bir ihtiyar...
Dükkânda oturuyoruz, pazara gelmiş bir köylü amca...

Yakınımızdaki bankadan çıkmış hararetle konuşan iki tüccar...

Habire bir ko'ma edebiyatı. Dilin kemiği yok, ha bire bir şeyleri bahane ederek Sin-Kaf(*) lı konuşmalar...

Besmele niyetine küfretmeyi ezberlemiş bazı insanlar.
Hoş değil, hiç ama hiç hoş değil, erkek olmak ağzı bozuk olmak değil.
Adam olmak, aynı zamanda adam gibi konuşabilmek de demek.

Atatürk tüm devrimleri yaparken eskinin eskiyen ve bozulan yönlerini değiştirmeyi ilke edinmiş. Bazılarını kökten değiştirmekte bulmuş çareyi. Tüm bunlara rağmen yeni Türk dilini oluştururken, konuşma dili olarak İstanbul lehçesini esas almış.

Çünkü İstanbul saltanat şehri, kültür başkentimiz. Haliyle daha güzel konuşuyor insanlar.

Bu konuşma dili tüm ülkeye yayılmak istenmiş. Okullarımızda güzel konuşma ve yazmanın öğretilmesinin amacı da bu. Eğitimde ne kadar başarısız olursa olsun bir okulun öğrencilerine konuşmayı öğretememesi kabul edilebilir bir şey değil. Eğer Türkçe konuşup anlaşamayacaksak. Her iki lafımızın biri argo ve küfür olacaksa neyi nasıl başaracağız hayatta (*)

Toplumu nasıl geliştireceğiz ve değiştireceğiz. İyi insanlar iyi ve güzel konuşurlar. Sokağa tükürmediğimiz gibi, sokağa küfredilmez de. Birbirimize efendi gibi, adam gibi konuşmayı öğretmeliyiz. Bunun temeli okullarımızda atılıyor ancak bir üst sınıflarda korunamıyor demek ki.

İster köyden gelsin, ister mahallemizin çocuğu olsun küfretmemeli.
Öğrenmenin bir temeli de örnek almak olduğuna göre, bizler de duruşumuz, davranışımız ve konuşmalarımızla çocuklara, delikanlılara örnek olmalıyız. Ne Televizyonların bozduğu ağdalı abuk, subuk bir konuşma tarzına, ne de sokak argosuna mahkûm değiliz.

Eskiden TRT spikerlerinden Radyo ve TV'den dinlediğimiz güzel Türkçemizi yeniden hayatımıza geçirmeli; kibar, nazik, efendi insanlar olmalıyız. Unutmamalıyız ki, ağzımızdan çıkan her kelime karşımızdakine bizim kim olduğumuzu gösteren bir kartvizit gibidir.

Saygılarımla

Hamiş: * Bazı durumlarda ağzımızdan baklayı çıkarmak zaruret olsa bile

* (sin-kaf Osmanlıca'da küfür cümlesini karşılayan bir kısaltma)

6 Ocak 2010 Çarşamba

Güvenmek ya da güve'lenmek




İçinizi kemirip duran bir kurt, size hep bir şeyler söyler durur. Beyniniz karıncalanır, kafanız dumanlanır, içiniz burkulur.

Acaba…
Acaba sevdiklerim beni sevmiyor mu? Acaba hakkımda kimler ne düşünüyor? Acaba sevdiklerim şimdi nerde, ne yapıyor? Acaba yokluğumda iş ortağım beni kazıklıyor mu?

Sevdiğiniz ve birlikte yaşadığınız insanlara, eşinize dostunuza akrabalarınıza dünyayı dar getirmenize sebep olan bu kurt, aslında gözlerinizi kör, yüreğinizi sarhoş eden güzel bir kelebektir. Sizi sevdalara salan, kanat çırptığında gözlerinizi kamaştıran güzellikteki her kelebek aslında bir zamanlar kurtçuktur. Siz bunu bilirsiniz zaten. Hani ona ‘tığ tığ’ –tırtıl- der, görünümündeki rahatsız ediciliği biraz sevimlileştirmeye çalışırsınız.

Oysa bin bir emekle kelebek olduğunda seyretmeye doyamazsınız. Kanatları narindir. Rüzgârlara dayanamaz, fırtınalarda ölür. Şu koca dünyada kelebeğin ömrü zaten bir kaç güncük der, o yüzden onu önemsersiniz, ihtimam gösterirsiniz korumak, incitmemek için. Bir çiçekle yan yana geldiğinde; birbirine bu kadar yakışan bir başka ikili düşünemezsiniz.

Oysa kelebek kısacık ömründe sonsuzluğu yakalamak adına kelebektir, kurtçuktur ve yine kelebektir. Her gün yinelenen, yenilenen, tükenmeyendir. Kayboldu sandığınız anda aniden karşınıza çıkıverendir.

Bir varmış, bir yokmuş masalının bence asıl öznesi olan kelebekler, aslında pek çokmuş oluverirler mevsim bahar olunca. İçinize sevinç ve heyecan, mutluluk aşılarlar. Yaşama sevincinizi perçinlerler.

Ama bir başka kelebek vardır ki, ona çok dikkat etmeniz gerekir. Güve! Güve de kelebekler familyasından bir kurtçuktur işte. Asıl içinize düşen kurt, belki de yüreğinizde kanat çırpan bir güvenin kelebek maskeli halidir.

Güve, olur olmaz yerlerden çıkıveren, aniden bir elbisenizden, bazen yüreğinizden kalkıp havalanıveren biraz deli dolu bir kelebektir. Diğer kelebeklerin aksine ani pikeler yapar. Şaşırtıcı davranır. Yünlülerin yanında tüm hayvan tüy ve kıllarını içeren giysi ve örtülere zarar verir.

İnsanın yüreğine verdiği zararı bugüne kadar kimsenin tespit edememiş olması zannımca onun kelebek görüntüsünün masumiyetindedir. Oysa yüreğinizi canlı tutmak adına ona karşı naftalinlemezseniz, güve bir kelebek olana kadar içinizi yer bitirir. Hayatınızın geri kalanını onun açtığı birkaç delik ile paramparça olmuş bir yürekle yaşamak zorunda kalırsınız.

Hadi canım küçük bir kelebek mi bunu yapacak diyerek sakın onu hafife almayın. O ki Ebu Cehil’lerin anlaşmasını bitirmiş bir canlıdır. Kâbe’nin duvarında aylarca Müslümanlara karşı yazılı duran bir anlaşmayı bir gecede didik didik edip bitirivermiştir. Sizin mi hakkınızdan gelemeyecek?

Yarın kaygısıyla saklayıp havalandırmayı ihmal ettiğiniz gıdalarınızın ve bitkilerinizin düşmanıdır aslında güve. Üstelik siz ona karşı kelebektir diye sınırsız bir hoşgörü ile davranırsanız yandınız demektir.

Gerçi asildir. Naftalini koydunuz mu, istenmediğim yerde durmam der, çeker gider. Onun gözüne hoş görünmeli, burnuna mis kokmalısınız. Çekici bir kelebek olduğu kadar, seçicidir de yani.

En azılı kelebek düşmanlarından Yarasalar bile güveyi kolay kolay avlayamaz. Yüce Tanrı ona gizli yarasa çığlıklarını hissedip duyabilme ve ani pikelerle şaşırtıcı hareketler yapıp kaçabilme gücü vermiştir. Öyle ki, güveler peşine bir yarasa düştüğünde yarasanın radar sinyallerinin tam tersi yönde hareket ederek onun görüşünü etkisiz hale getirir.

Mevsim kışa dönüyor. Yüreğinizi ve bedeninizi sıcacık tutacak yünlü elbiselerinizi çıkaracaksınız dolaplarınızdan. Baharın sarhoşluğuna, yazın sıcaklığına aldanıp, kalın naftalin duvarlar örmemişseniz yüreğinizin örtülerine sizi acı bir sürpriz bekliyor.

Bu kış üşüyeceksiniz. İçiniz titreyecek. Daha derin sızlayacak yüreğiniz. Ne mi olmuş? Kelebeğin güzelliğine kapılıp gittiğiniz yaz sarhoşluğunda, vaktiyle içinize atılan kurtçukların, büyüyüp güvelendiğini görememişsiniz. Yüreğiniz delik deşik…
Geçmiş olsun.

Hamiş: Güve ile Güven aynı harflerden oluşan ilginç iki kelime. Birine güvenirsiniz yüreğinizi deler geçer, güvelenirsiniz. Güvenmezsiniz bir köşede güvelenirsiniz. Ne garip bir tezat.

4 Ocak 2010 Pazartesi

Ya bu gece ölürsem?



Doktor başparmağının tırnağı ile yüzüme ve vücudumda birkaç yere dokunuyor , bakışlarını benden kaçırıp, yüzünü yanındaki arkadaşıma çeviriyor - ‘Yazık, biraz sonra felç olacak' diyordu.

İnanması zor geliyor ama birisi kulağım duya duya az sonra felç olacağımı söylüyordu. Biri boğazımı sıkıp, gırtlağımı kesmiyordu. Bir korku filmi değildi izlediğim. Sakin ama üzgün bir ifade ile beni muayene eden doktor yüzüme karşı felç olacağımı söylüyordu.

Hemen daha yakinen tanıdığım başka bir doktor arkadaşımı aramaya çalıştım ama telefonunu açmadı. Aşırı paniklememiştim, sakindim bile diyebilirim ama çok da beklediğim bir şey de değildi bu. Ölümü ti'ye aldığım zamanlar bile olmuştu ama ‘ya felçli kalırsam' diye düşünmemiştim.

Hemen neler yapabileceğimi düşünmeye başladım. Bildiğim bir felç önleme yöntemi yoktu ama bir yerlerde okuduğumu anımsıyordum, hatırlayamadım. Bu olayı en az kalıcı hasarla atlatmak için neler yapabileceğimi düşündüm. Doktor arkadaş telefonunu açsa hemen gelip müdahale etmesini isteyecektim. Muayene eden doktor ise garip bir şekilde sakin duruyor, bir şeyler yapmaya uğraşmıyordu.

Beynim bir yandan da iş hayatımın nasıl yürüyeceğini çözmeye çalışıyordu. Gördüğüm birçok felç olayında hasta konuşma güçlüğü yaşıyordu. Ne kadar süreceğini ve ne zaman iyileşeceğimi bilmediğim bir süreç beni bekliyordu. Neden bilmem felç olmaya karşı direnmek ve engellemek yerine en az hasarla atlatmaya çalışıyordum. Sanki ölmeyeceğim garantiymiş gibi.

İşler yürüyecekse kredi kartı ve internet bankacılık şifrelerimi oğluma vermeliydim. Birkaç web sitemin yönetimini de. Cari hesaplarım bir şekilde kayıt altındaydı o konuda rahattım. Gelir, gider vergi mevzuatına uyum sağlaması zaman alsa da altından kalkabilirdi.

Hayat benim için bundan sonra çok daha zor olacaktı. Büyük ihtimalle bakıma muhtaç yaşayacaktım. Kendi ihtiyaçlarımı kendim giderebilsem bari diye geçirdim içimden. Felç geçirenlerin en büyük sıkıntılarından birinin ihtiyaç gidermeyi reddetmek olduğunu görmüştüm. Ağzıma birinin kaşıkla çorba tutmasını düşünmek bile zorken, böyle bir hale alışmak imkânsız geliyordu.

Yazık ya! Diyordu Dr. yine yanındaki arkadaşıma.
- Çok genç sayılır. Bu kadar kulağım duya duya arkamdan konuşulmasını hazmedemiyordum.

Kan, ter içinde uyanmadım rüyamdan. Kâbus değildi gördüğüm.
Bir haber almıştım sadece ve bir şeyler yapabilmek için birkaç dakika düşünme şansım olmuştu ama yine de bir şey yapamamıştım. Şükür ki; tam felç olacağım dakikalarda uyanmıştım da rüyada bile olsa böyle bir sıkıntıyı yaşamadım.

Kendime şöyle bir baktım: Sağlığım yerinde idi. Sevdiklerime hala sarılabilecek, görüp konuşabilecektim. Hayatta ne tür sıkıntılar yaşamış olursam olayım sadece şu anki sağlıklı halim için bile Tanrı'ya sonsuz şükran borçlu olduğumu düşündüm. Bu tür acılarla bir ömür yaşayan insanları ve bu sıkıntıları paylaşan yakınlarının çilelerini gözümde canlandırmaya çalıştım. Utandım.

Birisi bana az sonra felç olacağımı söylediğinde hiçbir şey yapamayacağımı gördüm.
Dünyada ne görmüşsem, ne yaşamışsam artık hepsi o kadardı. İki ayağının üzerinde yürüyor olmak, iki kelimeyi bir araya getirip konuşabiliyor olmak, yemeğini kendi yiyip, ihtiyacını kendi giderebiliyor olmak ne kadar büyük bir nimetti yarabbi. İnsan elden ayaktan kesildiğinde dünyada mücadeleler ve kavgalar ne kadar anlamsız, çekişmeler ne kadar yüzeysel kalıyordu.

Demem o ki;
Yaşayacağı her anı yaşamalı insan ve bugünlerin kıymetini bilerek hiçbir şeyi yarına ertelememeli. Bir çocuk şiirinde, dediği gibi:
-Bana, yarın büyüyünce yaparsın diyorlar / ya bu gece ölürsem?

2 Ocak 2010 Cumartesi




Melike bir gün bana dedi ki;


- Benim akşamları da gezmem lazım. Çocukları "gezmeye götürmeyen bir baba" iyi bir baba değildir.


Kısa, kısa tavsiyeler


DAİRENİZİ KÜÇÜK, HAYALLERİNİZİ BÜYÜK TUTUN

İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar, demiş şair. Hayatın gerçekleri ne kadar zorlu olursa olsun siz yine de içinizde hep bir umut taşıyın. Büyük düşünün, ama dairenizi küçük tutun. Yani memleketi kurtarmayı düşünebilirsiniz, ancak işe önce en yakınlarınız için çok daha iyi koşullar sağlamaya harcayın emeğinizi. Küçücük dünyanızda büyük hayalleriniz ulaşılamaz değildir. Ancak her aklınıza estiğinde memleketi kurtarmaya kalkar da mangalda kül bırakmayan sohbetlerle ömrünüzü harcarsanız, bir bakarsınız kendiniz ve sevdikleriniz için bir şey yapamamışsınız.

SİNEMAYA GİDİN VEYA RÜYA GÖRMEYE DEVAM EDİN

Sinema hayattan kesitler sunan ve sizi izlediğiniz filmin kahramanlarından biri yapabilen büyülü bir şey. Şehrinizde, kasabanızda bu imkanınız olmasa da mümkün oldukça şehir dışına çıkarsanız sinemaya gidin. Eğer bu şansınız yoksa gördüğünüz güzel rüyaları uyandığınızda gözlerinizi kapayıp yeniden canlandırmayı deneyin. Bazı rüyalar, sinema filmlerini aratmayacak güzellikte olabiliyor. Yediğiniz yemeğin üstüne bir çikolata gibi düşünün rüyaları. Hayatın size güzel bir armağanı gibi algılayın. Arada bir gözlerinizi kapatıp, uzaklara dalmayı deneyin. Rahatlarsınız.

BİR YANLIŞI DÜZELTİN veya İYİ BİR ŞEYLER YAPIN.

İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak aynı zamanda bir ibadet de sayılır. Aksak ve eksik gördüğünüz bir şeylerin değişmesine gücünüz yetiyorsa bunu yapın. Olmadı her şeye maydanoz olmadan dilinizle uyarabiliyorsanız bu aksaklığın giderilmesi için sözle bir şeyler yapın. Küçük de olsa her gün iyi bir şey yapmayı deneyin. Betonu delen suyun gücü değil damlaların sürekliliğidir, derler. Az da olsa devamlı olan ibadetler de makbuldür. Güzel alışkanlıklar edinin.

KAFANIZA TOKADAN BAŞKA ŞEYLER TAKMAYIN
İnsanı gam duvarı nem yıkar, derler. Ayağınızı sıcak, başınızı serin tutun. Ayağınızı yorganınıza göre uzatın. Ak akçe kara gün içindir, az para biriktirin. Kafanıza tokadan başka şeyler takmayın. (Erkekseniz toka da takmayın). Hayat kısa ve çokça üzülmeye değmez bir istasyondur. Kendi kendinize huzursuzluk ve mutsuzluk yaratmayın. Eşiniz, dostunuz, çoluk çocuğunuz ve diğer insanlarla iyi geçinin. Arada bir fıkra okuyun. Bir tebessüm, bir sadaka yerine geçermiş; sevdiklerinize gülümseyin.

Yapın işte bir şeyler canım. Hepsini ben mi söyleyeceğim?…

1 Ocak 2010 Cuma

Pis işler



Discovery Channel’de Pis İşler diye bir belgesel var. Bir çoğumuzun yapmaktan hoşlanmayacağı işleri yapan profesyonellerin yaptıkları işleri ve zorlukların neşeli bir şekilde anlatan bir belgesel.

Neler yok ki? Foseptik temizleyiciler, Lağım açıcılar, böcek ilaçlayanlar, fare tutanlar, hurdadan, çöpten para kazanmak durumunda olanlar.
Avrupa’da bu işler biraz daha profesyonel yapıldığı için adam lağım temizleyip, mesaisi bitince iki dirhem bir çekirdek de gezebiliyor.
Ülkemiz de de bu tür işleri yapan insanlar var. Özellikle çöpten kağıt ve atık madde toplayarak evinin geçimini sağlayan insanlar büyük şehirlerde yadırganmayacak kadar çoktur.

Bütün bu işleri yapan insanların işleri size karşıdan yapılamaz ve pis gelebilir. Oysa onuruyla, gururuyla evine ekmek götürmek adına yapılır bizde bu işler.
Bu insanlar bazen işlerini öyle iyi yaparlar ki; örneğin bir tuvalete gittiğinizde imrenerek çıkarsınız, kendi işyerinizin tuvaleti o kadar temiz değildir.
Gelir düzeyi düşük bu insanlar bazen aile geçindirir, bazen hasta ana, baba kardeşe bakar, bazen ev, bark sahibi olmak için çırpınırlar.

Özellikle bizim yapmaktan çekindiğimiz bu işleri yapan insanlara toplum olarak teşekkür borçluyuz. Ayrıca ülkemiz de devletimizde kapısını aş diye, iş diye aşındırmayan bu onurlu insanlara ne kadar teşekkür etse, destek olsa azdır.

Bir de kendilerine beyefendi denilen, halk içinde itibar gören veya karşıdan baktığınızda adam sanılan insanların yaptığı pis işler vardır. Öyle ki bir defa, iki defa tanık olsanız hadi dersiniz olmadı oldu bir hatadır etti.

Yok bu insanlar kötülüğü, pisliği, artniyeti, çıkarcılığı neredeyse ilke edinmişlerdir. Malınızda, mülkünüzde, ırz ve namusunuzda gözleri vardır.
Yetim malı yemeden, devlet malı çalmadan, rüşvet almadan, alışverişe yalan, dolan, hile katmadan. Söz verip sözünden caymadan duramazlar.
Borç takmak onlar için zevktir. İltimas, kuyrukta herkes beklerken sıranın önüne geçmeyi zafer sayabilirler.

Tehdit, şantaj, çıkar karşılığı menfaat edinmek ve bunu bir
maharet sayarak duyurmak hoşlarına gider. Irz düşmanıdırlar, komşunun tavuğu gözlerine kaz görünür. Bir gün önce ağam paşam dedikleri insanlar düşmeye görsün, ya da işlerini yapmaya görsün hemen saman altından su yürütüp gizli dümenler peşine düşerler.

Bu tip insanlar ister gravat takıp gezsin, ister her türlü hürmete layık makam ve mevkilerde olsunlar, yaptıkları işler PİS işlerdir. Kimileri bu mesleğin piri’dir. Elini öpenler, ders alanlar vardır üstadlardan. Büyük gazeteleri vardır kimisinin, ama ihale takipçiliğinden, darbe şakşakçılığından kendilerini alamazlar.

Yalan yanlış yazmaktan, iftira ve çamur atmaktan geri durmazlar. İşleri görüldüğü zaman da köşelerine çekilip hiçbir şey olmamış gibi yine iktidar sahipleri ile can ciğer kuzu sarması yollarına devam ederler.
Dünki dostlarını çok kolay feda eder, bugünki işlerinin görüldüğüne bakarlar. Zaten bugünki dostları da onlarla pis bir menfaat birlikteliği içinde de olabilirler.

Sözün özü, kah yolda yürürken, kah çöp tenekesinin birinin başında, kah bir wc kapısında gördüğünüz o onurlu insanları bu beyfendilerle sakın karıştırmayın.

Sizin bizim PİS sandığımız işleri yapan o insanlar eli öpülesi insanlardır. Asıl pis iş yapanlar fiyakaları bozulmadan gezse de özünde insanlara zerre fayda dokunmayan menfaat peşindeki beyfendilerdir…